21 Aralık 2018 Cuma

Kelime Defteri'nden birkaç özet bilgi



Kelime Defteri adlı Nazan Bekiroğlu'nun deneme türünde olan eserinden sizlere özetlediğim birkaç sayfayı atıyorum. Ders: Edebi Metinlerle Türkçe Öğretimi Kitap İncelemesi ( Yazıların tamamı bana aittir.)

Yazarın 2014 yılında çıkardığı Kelime Defteri adlı deneme kitabı “Yaşantı”, “Kavram ve Olgu”, “Yazar ve Eser”, “Metin olarak Film” ve “Ben Artık Düz Cümleler Kurmak İstiyorum” adlı beş bölümden oluşmaktadır. 

1.YAŞANTI

KELİME DEFTERİ /13
Nazan Bekiroğlu’nun bütün sınıfla beraber ilkokul sıralarındayken Türkçe dersinde öğretmenlerinin yönlendirmesiyle birlikte karşılaştıkları yeni kelimeleri kendi cümleleriyle yeniden tanımlayarak oluşturdukları Kelime Defter’leri vardı. Yazarın kendisinin tanımladığı örnek kelimelerden bazıları şunlardır: Empati “İnsan olmanın ilk şartı”, siyaset “tek masumun acı çektiği yerde bütün geçerliliğini yitirir”, savaş “niye ki?” ,anı “her şey anın içinde donmuş duruyor”, ağaç “varlığın en kadim tanıkları”, dağ “bizden daha eski, bizden daha fazla bu yerli”, çay “çayı yaratan Allah’a hamd olsun, ya yaratmamış olsaydı?”, seyahat “Evliya Çelebi gibi bir rüya görsem bende. Şefaati unutmasam ama seyahat dilesem”, kelime “Kelime acıtır. Hacmi, dokusu, ağırlığı vardır. Tene değer ve keser. Öldürebilir de”.

TÜYAP’TA OKUR OLMAK/18
İstanbul’da sonbahar Tüyap demektir. Yazar bu sefer fuar içerisine sadece bir okur olarak girmiştir. Bu zaman zarfında sırada beklemeyi tecrübe edinen yazar, aklında olan kitapların bir kısmının izine ulaşır. Bunların dışında Şair Nigar Hanım’ın yaşmaklı portresiyle de karşılaşır.

TÜYAP’TA YAZAR MASASININ ARKASINDA OLMAK: “DİLEMEK İYİDİR” /21
            Nazan Bekiroğlu bu seferde yazar masasının arkasında yerini almıştır. Okuyucularında şu özellikleri tespit ediyor: dertliler, kasvetliler, konuşkanlar, neşeliler, göz hapsine aldıkları, dizinin diplerine çökenler…Bununla beraber yazar da okuyucuları gibi imza almayı dilemekle birlikte okuyucularının her birini tanımak, bilmek istemektedir.

BU KADARCIK KİTAPLA DA YAŞANIRMIŞ /24
            Yazar, görevinde bulunduğu okulda tadilat sebebiyle geçici odasına geçerken bazı kitaplarından ayrı düşmektedir. Rus edebiyatı alanındaki bütün kitaplarına yeni odasındaki raflarına taşır. Yazar, ilim kitaplarının ağırlığından kurtulduğu için kendisinin boş bir sayfaya döndüğünü belirterek yeni bir başlangıç yaptığını söylüyor. Yazar, yeni penceresinden seyrettiği ağaçlar, dağlar, yağmurların gelişi ve kuşlar sebebiyle oda değişikliğinin yarattığı bu yeni duruma şükretmektedir.

TOPHANE-İ AMİRE’DE “BÜYÜK USTALAR”
            Yazar, kendisini İstanbul’da açılan Tophane-i Amire ’deki “Büyük ustalar” sergisinde Rönesans’ın üç büyüğü sayılan Leonardo, Michelangelo ve Raffaello’nun karşısında buluyor. Leonardo’nun “Son Akşam Yemeği” tablosunun karşısında buluyor kendisini. Sekizgen planlı “Aynalı Oda”da gerçeğin çok yönlü kavrayışını buluyor. Atina Okulu önünde Aristo’yu ve Heraklit’i görüyor.


TRABZON-MACARİSTAN HATTI
Nazan Bekiroğlu, Trabzon ile Macaristan arasındaki bağı şöyle kurmaktadır: Kanuni Trabzon’da doğmuş, Zigetvar’da ölmüştü çünkü. Macaristan’da zaferler kazanmıştı. Macaristan Büyükelçisi Dr. Janos Hovari ile buluşan yazar, Şair Nigar Hanım üzerinden konuşma yapar. Büyükelçi, yazara Eğri Yıldızları romanını, Osmanlı’ya iltica eden iki subayın hayatını anlatan bir kitabı ve Macaristan’da basılmış Türk Şiiri Antolojisini armağan ediyor.
İSTİKLAL HARBİ MEKTUBU
            Yazar, uzun süredir görüşmediği arkadaşı Feray’la karşılaşıyor. Feray son sınıfta, Bekiroğlu’nun Osmanlıca öğrenmeye çalıştığını bildiği için ona İstiklal Harbi’ne katılan subay dedesinin cepheden eşine yazmış olduğu mektuplardan getiriyormuş. Mektupların evin tavan arasında bulunmasının sebebiyse şehit olan kocadan izlerin Feray’ın büyükannesine hatırlatılması istenmemesidir.



2.KAVRAM VE OLGU
MAVİ
Servet-i fünun yazarları için mavi, hayatın siyah arka planı ortasında hayallerin timsalidir ve sığınılacak en uygun noktadır. Arapçada mâ (su) kelimesine getirilen nisbet î’si ile oluşturulan mâi, bütün kültürlerde ümidin, iyimserliğin, sükunetin, saflığın rengidir. Dünyanın uzaydan görünüşü mavidir. Ana renklerden birisidir.
KIRMIZI
         Dörtte üçü mavi olan dünyamızda kırmızının yüz ölçümü dardır. Dünyanın renginin birden kırmızıya döndüğü düşünülse kıyametin olduğu sanılır. Tehlikeler ve öfke kırmızıyla belirtilir. Bunun dışında elma şekeri gibi olumlu örnekleri de vardır.
SİYAH
            Renklerin en asili olan siyah, renklerin yokluğudur. Kendisini farklı tonlarda tekrarlarsa kimliğini yitirerek siyah olmaktan çıkar. Varlıkta hiçin, hesapta sıfırın renkler içindeki karşılığıdır. Onunla boy ölçüşebilecek tek renk beyazdır.
BEYAZ FECİ DOKUNUR
            İyi dileklere en çok yaklaşan renktir beyaz. Geçmişi siler ve geleceği bizlere vaat eder. Papatya, kar, gelinlik, ana sütü beyazdır. Açığından ya da koyusundan bahsedilmez. Acemi ressamların kaçındığı bir renktir. Saflığın ve temizliğin rengi olarak görülse de kefenin ve deli gömleğinin rengi beyazdır.



3.YAZAR VE ESER
ONEGİN’İN SUÇU
            Yazar, Puşkin’in romanı Yevgeni Onegin’de, Rusya’yı Onegin karakterinin değil Tanya’nın temsil etmesi gerektiği üzerinde durur. Eserdeki ana hareket noktası karakterlerin aşk karşısında almış oldukları tavırlardır. Bekiroğlu’na göre Onegin’in suçu aşkı kabullenmemesi ve samimiyetsiz oluşudur.
YARGI VE YAZGI
                Yazar bu denemesinde Onegin’in Lenski’yi öldürmesini anlatmaktadır. Onegin yurt dışına kaçıp 6 yıl sonra geri gelmiştir. Ancak bu sefer de bir zamanlar reddettiği Tanya’ya aşık olmuştur. Fakat bu sefer de Tanya başka birisiyle evlidir. Kendini Tanya’nın yargısına teslim ederek onu reddetmiş olan Onegin şimdi kendisini yazgıya teslim etmektedir.
DOSTOYEVSKİ; SİBİRYA ÖNCESİ SON MEKTUP
                Tolstoy’un Sibirya’daki hapis ve sürgün hayatını kendisinden öğrenebileceğimiz ilk kaynaklar mektuplarıdır. Ölü Evinden Hatıralar ve Bir Yazarın Günlüğü adlı eserlerden kurgusal kişiyi konuşturanın Tolstoy olduğunu anlıyoruz. Devrimci Petraşevski çevresinde tutuklanarak idama mahkûm edilip sonradan çarın bağışlamasıyla sürgüne gönderilenler arasında Dostoyevski de vardır. Sürgüne götürülürken ise durumunun ne olacağını bilemediği için kardeşine mektup yazmıştır.
BATIM’DA ÇEHOV VE GORKİ
                Yazar Batum’da dolaşırken bir akşamüstü gördüğü evin duvarındaki Gürcüce Anton Çehov- Maksim Gorki yazısından hareketle içlerinden verem olan Çehov’un Gorki ile dünya turuna çıktıkları bilgisini anlatıyor. Bu turda Çehov’un Gorki ve birkaç arkadaşı ile gemiye binerek Kafkasya’ya geldiklerini, Gürcistan’da gezdiklerini, Tiflis’e vardıktan sonra Batum’da kaldıkları bilgisine ulaşıyoruz.

Ne yaptın sen Orhan Pamuk!




Kırmızı Saçlı Kadın, Orhan Pamuk'un 2016 yılında yayınladığı roman. Yıllardır süre gelen efsaneler ile güncel konuları bir araya getiren Orhan Pamuk, bunları aşk, kıskançlık ve baba-oğul ilişkilerini tarihsel olaylar üzerinden yaptığı tasvirlerle anlatıyor.

Arama motorunda bu kitabı arattığınız zaman karşınıza ilk çıkan bilgiler bunlar. Okuduktan sonra yapılan yorumlara baktığımda  müstehcen olayların anlatıldığı sahnelerin oluşuna dair yazılar olduğun gördüm. Arkadaşlar! Türk Edebiyatının Servetifünun dönemi romanlarında sanki bunlar yok. Fazlasıyla var. Gerçekçilik oluşturma yönüyle Pamuk'un bu konuda başarıya ulaştığını söyleyebilirim.


Altı yıllık bir yazım sürecinin sonunda okuyucusuyla buluşan Kafamda Bir Tuhaflık'tan kısa bir süre sonra, Kırmızı Saçlı Kadın ile çıktı okuyucunun karşısına Orhan Pamuk. Hızlı yazım sürecini daha az okuyup daha çok yazmasına bağlayarak. Yazım sürecinin kısalmasının yanında diğer romanları ile mukayese edildiğinde hacim olarak da küçük Kırmızı Saçlı Kadın. Hacmine paralel fiyatı da makul seviyede tutulan roman, “kolay okunuyor" cümlelerinden de anlaşılacağı üzere “ortalama" okuru hedeflemiş.

Yeniçeriler Geliyor!

YENİÇERİLER *
*Kapı kulu teşkilatının piyade sınıfı

Amat romanından

“Yaralandıkları vakit kan izi belli olmasın diye kırmızıya boyanmış, sırma göğüs atkılı kaputları sırtlarındaydı. İşin ilginç yanı özelikle muharebe dönüşü bu kaputların renklerinin soldukları pek görülmemişti. Çünkü göşüslerinde sadece mangal gibi bir yürek değil, aynı zamanda arkebüz ve tüfenk kurşunlarının izlerini de taşıdıkları için, bu yaralardan dökülmüş kan, kaputlarını kıpkırmızı yapardı.” (s. 24)
Orhan Bey’in vefatından sonra yerine geçen Sultan I.Murad Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi.Karamanlı Molla Rüstem ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halil, devlet hazinesi ve devletin mali teşkilatını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı.Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu. İslam hukukunda, harpte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmale ait olması hükmüne dayanılarak Pençik Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre acemi oğlanı olarak anıldı. Daha sonra Devşirme Kanunu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebaası olan Hristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kanun Anadolu’daki Hristiyan tebaaya da uygulandı. Tespit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi.Bir yerleşim yerindeki hane sayısının 40’ta biri oranında, genellikle 14–18 yaşları arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocuklar bu uygulamaya tabii tutulurlardı.Müslüman, Yahudi, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türkler’in çocukları, evin tek çocuğu, köy kethüdasının çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, zanaatkâr olanlar, İstanbul’u görmüş olanlar devşirilemezdi.


Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda orduya bin nefer alındı. Bunların her yüz kişisinin başına yayabaşı adıyla bir komutan atandı. Ocak, XV.yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaretken Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf haline getirildi. Bu üç sınıf toplam 196 ortadan meydana geliyordu. Bunun 101’i cemaatli, 61’i bölüklü,34’ü sekban ortasıydı. Cemaat ortalarından 60,61,62 ve 63.ortalar İstanbul’da otururlar, padişahın merasim günlerinde maiyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara solaklar denirdi. Diğerleri hudut kalelerinin muhafazasıyla görevliydi. Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da “sancak-ı şerifi” muhafaza ederlerdi. Sekban ortaları ıse padişahın av maiyetiydi. Osmanlı padişahlarının savaş eğitimi için tertipledikleri büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırdı. İstanbul civarındaki miri çiftliklerin korunması onlara bırakılmıştı. İstanbul’da bulunan cemaat ve bölük ortaları aynı zamanda şehrin inzibat ve asayişiyle görevliydi.

Her yeniçeri ortasının nişan denen bir sembolü ve uçları çatal bir bayrağı vardı.Nişanlar bayrak üzerine işlenirdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, “İmam-ı Azam bayrağı” denilirdi. Bu beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına, Fetih suresinin ilk ayet-i kerimesinin işlendiği bir sancaktı. Ordugahta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merasimlerde ocağın bayrağı yeniçeri ağasının atının önüne dikilirdi. Merasimlerde ocağın bayrağı yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye “Baş bayraktar”denilirdi. Ocağın bir de yarısı sarı, yarısı kırmızı ipekten bir alay bayrağı vardı.



İnna fetahna leke fethan mubina(mubinen)
Muhakkak ki biz, sana apaçık bir fetih verdik.

Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri büyük kazanları vardı. Harpte kazanın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felaket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazanın etrafında otururlardı. İsyan anında kışlalardan kaldırılan kazanlar, büyük törenle ihtilaliln idare edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak hükümete karşı ayaklanmak, isyan etmek demekti.

İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar Şehzade Camii’nin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’ndaydı. Her iki kışla da geniş bir avlunun etrafını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında, Orta Camii denilen bir mescit vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arifesinde ilk toplantılar hep bu camilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi.

Yeniçeri ocağı neferlerine ulufe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile beraber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlıklar ve hizmetler karşılığı da ulufeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara terakki denirdi. Bu suretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harplerde serdengeçti (fedai) yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakki alırlardı. Ulufeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve Divan-ıHümayun’da düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitlere mevacib denirdi. Neferlerin ulufesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.

Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıydı. Yeniçeri ağaları, XVI.yüzyıl başlarına kadar ocakta yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itaatsizlikleri görülünce, sarayda yetişmiş, padişahın tam güvenini kazanmiş kimseler yeniçeri ağası tayin edilmeye başlandı. XVIII.asırdan itibaren yine ocaktan tayin edildiler. Yeniçeri ağaları Süleymaniye’de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa divanının reisiydi. Divan-ı Hümayun üyesi olmamakla beraber, vezir rütbesine sahipse Divan toplantılarına katılırdı. Aynı zamanda İstanbul’un en büyük zabıta amiriydi. Yeniçeri ağası sefere çıktığında yerine sekbanbaşı bakardı. Yeniçeri ağaları terfi ettirilecekleri zaman, beylerbeyi ve kaptan paşa olurlardı.
Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik taliminden başka bir şeyle  uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.

Yeniçerilerin XV.yüzyıl ortalarına kadar mevcutları 10.000, Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatı sırasında da 12.000 dolaylarındaydı. Bu sayı Sultan III.Mehmed Han zamanında 45.000’e kadar yükseldi. IV.Murad Han zamanında ocak mevcudu tekrar düşürüldüyse de XVII.yüzyılın sonunda 80.000’i, XIX.yüzyılın başından itibaren de 100.000’i geçti.

III.Murad, şehzadesi Mehmet için yaptırdığı düğün esnasında, hoşuna giden bir takım insanları, mükafat olarak ocağa aldırdı; işte bu hadiseyle ocağın nizam ve kanunları hemen bozuluverdi. Bir defa ocağa yabancı-yani Türk halkı-girdikten sonra , disiplin de kalmadı.Yeniçerilerin artık bekar kalmaları lazım iken XVI.yy ortalarından beri aralarında evlenmeler de başlamıştı. Ocak mensuplarının ticaret ve sanatla uğraşmaya başlamaları mües’seseyi büsbütün intizamından çıkardı. Bunun sonucu olarak, talimlerle uğraşmaz olan, eski savaş kudretinden eser kalmayan personeller ortaya çıktı.

Yeniçeri ocağı XVI. Asrın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun talimli, mükemmel bir yaya kuvveti olup, savaşlarda vurucu güç durumundaydı. Osmanlı Devleti’nin asıl askeri gücünü meydana getiren tımarlı sipahilerin önemini kaybettiği XVI. Yüzyıl sonlarında yeniçeri ocağına, Devşirme Kanunu’na aykırı olarak, yabancı efrat alınması ve ocak mevcudunun arttırılması yoluna gidildi. Böylece talimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmesiyle bu askeri teşkilat doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet haline geldi. I.Ahmed Han’dan itibaren Osmanlı padişahlarının ilerleme hamleleri veya disiplinli modern ordular kurma teşebbüsleri iç ve dış düşmanlar tarafından hep yeniçeri ocağı kullanılmak suretiyle baltalandı. Düzeltilmesi için her türlü fedakarlıkta bulunulan ancak yola gelmeyen ocak, Sultan II.Mahmud devrinde 1826’da kaldırıldı. Olay tarihe Vak’a-i Hayriyye olarak geçti.

Yönetim yanlısı kalyoncular, topçu, humbaracı, lağımcı askerleri akın akın saraya geliyordu. Şehre haber salınmış Müslüman olan herkes Sancak–ı Şerif altında toplanmaya çağrılmış, halk bu çağrıya yanıt vermişti. Saray cephaneliği açılarak hükümdarı korumaya gelenlere kılıç ve tüfek dağıtılmış, silahlanan medrese talebeleri de harekete geçmişti. Sonunda sadrazam, şeyhülislam ve vezirlerin başı çektiği sivil, asker, talebe ve ulemadan oluşan yaklaşık 60 bin kişilik bir ordu Sancak–ı Şerif’le birlikte tekbirler getirerek Sultan Ahmet Camii’ne doğru yürüyüşe geçti. Kalabalığın Sultan Ahmet Camii’ne ulaştığını gören yeniçeriler ara sokaklara doğru kaçmaya başladı. Sancak–ı Şerif minbere asıldı ve sadrazamın isteğiyle ulema, “zorbalarla çarpışmanın farz olduğunu” bildiren yeni bir fetva hazırladı. İsyancılar, Etmeydanı’na giden yolları kesmiş, Kapalıçarşı’dan Haliç’e uzanan Uzunçarşı boyunca barikatlar kurmuş, Beyazıt Camii’ni de işgal ederek Sultanahmet’e giden yolları tıkamıştı.  Ağa Hüseyin Paşa’nın komutasındaki topçu birliklerinde yer alan, gaddarlığıyla ün salmış Karacehennem İbrahim Ağa’nın askerleriyle yeniçeriler Horhor Çeşmesi yakınında karşılaştı. İbrahim Ağa, lakabının hakkını verircesine topları ateşledi. Sonuç korkunçtu... Yeniçeriler arkalarında çok sayıda arkadaşlarının cesedini bırakarak Etmeydanı’na doğru çekildi. İkinci bir kol Saraçhane’den Etmeydanı’na doğru yönelmiş, üçüncü bir kol da arkadan sevk edilmişti. Paniğe kapılan isyancılar Yeni Odalar denilen kışlalarına kapanıp, kapıların arkasına taş yığdı. Böylece kendilerini hapsetmekle kalmamış, şehrin diğer bölgelerindeki arkadaşlarını da kaderlerine terk etmişlerdi.  Son arabuluculuk çabaları da sonuç vermeyince toplar ateşlendi. Askerler ve halk bu sırada Etmeydanı’na girdi. Topçular da salkım ve yağlı paçavralar atarak Yeni Odalar’da büyük bir yangın çıkardı. Yeniçeriler büyük kayıplar vermiş, ortalık cehenneme dönmüştü. Daha sonra, Şehzadebaşı’ndaki Eski Odalar’a yönelen birlikler buraya sığınan yeniçeri subaylarını ya öldürdü ya da tutukladı. Tutuklananlar Sultan Ahmet Camii’nde sorguya çekildikten sonra hünkâr mahfili altındaki odada idam ediliyor, cesetleri Atmeydanı’ndaki Vakvak Ağacı adı verilen ünlü çınarın altına yığılıyor, çınarın dallarında asılan yeniçeriler sallanıyordu. Şehirde bir sürek avı başlamıştı. Üç gün içinde altı ile on bin yeniçeri öldürülmüş, sürülmüş ya da kaçmıştı. Vakit karanlığa düşünce yeniçerilerden sağ kalanlar Belgrad Ormanı’na saklanmış ve II.Mahmud’un emriyle Belgrad Ormanı topa tutulmuştur. Çıkan yangından dolayı günlerce dumanların pası gökyüzünden silinmemiştir.Olaylar sona erdiğinde imparatorluk sınırları dahilinde yaklaşık 140 bin kişinin, yeniçeri olduğu ya da zannedildiği için idam edildiği düşünülüyor. Sadece yeniçeriler değil, İstabul’daki kışlaları, Yeni Odalar ve Ağa Kapısı da olaylar sırasında yakılmış, tahrip edilmişti. Adı yeniçerilerle özdeşleşen Bektaşi tarikatı yasaklanmış, tekkeleri yıkılmıştı. 

20 Aralık 2018 Perşembe

Ne de olsa gece uzun


Gerçekten gecemiz oldukça uzun olacak çünkü bugün 21 Aralık: Kuzey yarım yarımkürede en uzun gecenin yaşandığı gün. Ödev için araştırma yaparken Google arama motoruna adımımı attığım zaman Doodle dedikleri bu güzel şeye rastladım. Sonra anladım ki takvimlere bakmayı unutmuşum/unutmuşuz.Şöyle ki üstüne tıkladığınızda kar taneleri uçuşmaya başlıyor. Sonra bir daha tıklattığınızda şu bilgilerle karşılaşıyorsunuz:

Kış gündönümü, (yaklaşık 21 Aralık), güneş ışınlarının Oğlak Dönencesi'ne dik geldiği an. Kuzey yarımkürede günler uzamaya, güney yarımkürede kısalmaya başlar. Bu tarih bazı ülkelerde kuzey yarımkürede kışın, güney yarımkürede yazın başlangıcı sayılır.

Bu Google oldukça yaratıcı. Yalnız şöyle bir hata yaptığımızı görüyorum: Sürekli aynı yerlerden bilgiye erişim sağlamaya çalışıyoruz. Bu yanlış. Literatür taramasını yapabileceğimiz onlarca platform mevcut. Şayet benim yazacağım yazılar için enformasyona sahip olmam gerekiyor. Karakterleri gezdirip bir yerde oturtmak için her zaman da gidemediğim yerler biçin en basit kaynağa ulaşma aracı olarak interneti kullanmak durumundayım. Diğer kitaplar mı? Tabi ki onları da kullanmak durumundayım. Başta dediğim gibi bir tek kaynakta takılı kalmayın çünkü bu sizi monotanlaştırır.

Bir ölür bin dirilir!





(Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik Fakültesi'ne Yanımda Kal filmi için söyleşiye gelen Çağlar Ertuğrul'un Dağ filminde Üsteğmen Oğuz rolünü oynadığını bilirsiniz. Canlandırdığı karakter zihnimde oldukça iyi ve fazla temayüz etmiştir. Benim de Dağ filmine benzer ama onun aynısı olmayan bir yazıyı yazma sürecim devam ediyor şuanda. Kulübümüzün Yazma Atölyesi'nde devam eden süreç bittiğinde umarım Dağ filmini aratmayan bir içeriğe ulaşmış olacağım. Aşağıda bu yazının bir kısımını sizinle paylaşmak isterim. Ayrıca Dağ filminin ikinci serisinde olan bu sahneyi de sizinle paylaşmak isterim.
 )


KAĞIT KESİĞİ
Murat Demir
Kar paletli ambulans, gecenin koyu karanlığının ve karın ölü beyazlığının birbiriyle karışarak tonlarını dengeleyebildiği renk geçişkenliğinde ortalığı yanıp sönen ışıklarıyla netleştiriyordu. Metal gövdenin önüne takılmış kepçe görünümlü küreme aparatı, karşısına çıkan yollara barikat kurmuş kar setlerini yararak yanlara doğru savuruyordu. Koskocaman gövdeli bu metal yığınına can bahşedilmiş olsaydı eğer, bu işi keyifle yapacağı ve yaparken de yüzünde büyük bir tebessüm oluşturacağı kesindi. Yolun yanına savrulup etkisiz hale getirilen kar yığınlarının çıkardığı homurtulu sesler, yaşlı bir adamın oturduğu sandalyesinden alıkonulması sırasında çıkardığı memnuniyet verici olmayan seslerle birebir benzerlik gösteriyordu. Vadide kaçışan vahşi rüzgâr sürüleri aracın yanından son sürat hızla geçerlerken içerideki bezgin ruhlu canlıları gözetliyordu. Birbiri ardına yığılan bu rüzgâr sürülerinin çıkardığı sesler, eline flüt almış ama çalmasını yeni öğrenen ufacık bir çocuğun çıkardığı ritimsiz ve korkunç seslerle aynıydı. Bu da yetmezmiş gibi bu sürüler sanki amaçsız bir yarışmanın içindeymişler gibi öteberiye savrulsalar dahi bu durumun onları rotalarından saptırmaya yetecek kuvvette olmadığı kesinlik taşıyordu. Ambulansın paletlerinin hareket ederken çıkardıkları sesler, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Tiger (Kaplan) adıyla bilinen ağır zırhlı savaş tankının avlarını bulmaya giderken çıkardıkları büyük  sarsıntılarla aynıydı. Aradaki tek fark bu sefer can kurtarmaya giden bir tankın bulunmasıydı. Aracın yarattığı güçlü titreşimler, yolun kenarında kalmış kadim ormanın içindeki cüsseli ağaçların birindeki sıcak yuvalarında sessizce uyumakta olan sincap yavrularını ürkütüp uyanmalarına neden oldu. Şaşkın şaşkın annelerine huzur ve güven için sokulan yavrular onun sıcak bedeninde bile aradıklarını bulamadılar.

Yarım saati geçkin bir  süredir telsiz panelindeki düğmeleri kurcalayarak  frekans değerlerinin her birini denemeye çalışan ve  son umut kırıntılarını da tüketerek bir ses duymayı dileyen şoför Talip Bey, yavaş yavaş bu duruma canı sıkılmaya başlamıştı. Bu duyguyu istemeden de olsa araç içerisindeki atmosfere yansıtmayı başarabilmişti , çünkü sesli düşündüğünün farkında olamayarak bir şeylerin ters gittiğini belli eden sözcüklerin ağzından kaçıvermesi Doktor Aslı’da  ve onun arka koltuğunda oturan Ece’de yanlış giden bir şeylerin olabileceğine dair hislerin zihinlerinde oluşmasına neden oldu. Talip amcanın, telsizin düğmeleriyle uğraşıp aynı zaman da yılan gibi kıvrılan yolu kartal gibi bakışlarıyla süzerek yolu tam olarak hizalamayı başarabiliyor olması onun yılların verdiği muhteşem şoförlük kabiliyetini ispatlar nitelikteydi. Arada bir geçtikleri karlarla kaplı yolun yan tarafında duran karanlıklar içine gömülü ormanın derinliklerinde hangi vahşi hayvanların yaşadıklarına dair düşler kuran Aslı, zihnine getirdikleriyle bir an irkilip kurduğu düş dünyasından kendini çıkarıyordu. Ece ise bulduğu her fırsatta arka koltuktan öne eğilerek arada bir Talip Amcanın konsantrasyonunun bozulmaması için kısık sesle Aslı’la konuşarak bitmez tükenmez uzun yolculuğun ortasında canlarının sıkılmasına engel olmaya çalışıyordu. Ece’nin zihninde kurguladığı plan içerisinde hastaneye döndüklerinden sonra koca bir pizzayla beraber kola, cips ve canları isterse patlatacakları mısırlarla birlikte seçilen güzel bir filmin omuz omuza beraber Aslı’yla izlenmesi ve geceyi bu şekilde eğlenceli bir şekilde atlatmak vardı. Hayallerle dolu bu fısıldaşmaların içerisinde bıkkınlık seviyesine gelen bekleyişin verdiği can sıkıntısı arada bir kendisini göstererek adeta ‘ben buradayım’ demekteydi. Yeni aldığı kar botlarının uzun bir aranın ardından tekrar ayaklarında olduğunu hisseden Aslı, arada bir eğilip alışmaya çalıştığı botların üzerinde iyi durup durmadığını ınceliyor  ve gittikleri uzun yol ilgisini çekip yola bakıp durduğu için de bu kurgusundan  kurtulup yola odaklanmasını sürdürüyordu. Adeta bir yılan gibi kıvrılan yollar üzerinde barınan, geçit vermez engellerle dolu kar bloklarının içinde koca gövdesiyle neredeyse bir arabanın boyunu geçen simsiyah bir boz ayı aracın far lambalarıdan çıkan parlak ışıklarla birlikte gözlerindeki vahşiliği kendisine yaklaşmakta olan metal yığının içerisindeki canlara  belli etti. Talip Bey  bu tür olaylara  görev yaptığı coğrafyaların vermiş olduğu tercübeden dolayı fazlasıyla alışık olduğu için gösterdiği ilk tepki herhangi bir sokakta rastladığı bir kedi ya da köpekle eş benzer olmuştu. Aracın içindeki diğer bezgin ruhlar  için ise  bunu söylemek imkansızdı, çünkü verdikleri ilk tepkileri adeta çığlık atmak derecesinde olmakla birlikte aracın içerisinde kafasını bacaklarının arasına sokmayı başaran Ece’nin düştüğü komik durum, ayının araçla ilgilenmeden son sürat ormanın içerisinde kaybolduğu sırada şaşkın yüzler tarafından farkedilmişti. Aslı’nın arkasına dönüp eliyle Ece’yi çenesinden narin biçimde  tutup hafifçe kaldırmasıyla iki arkadaş arasında gülüşmelerin başlamasıyla artarak devam etmesi bir olmuştu.
-ECE: Bana öyle bakmayın, en son hayvanat bahçesinde gördüğümde pençelerine rağmen çok şirin gözüküyorlardı ama gerçekte duvarların dışında ormanda öyle hapishane kaçkını gibi dolaştığını görünce bütün sevimliliği birden kayboldu gözümde.
-TALİP: Oo hoo! Daha bunlar ne ki Ece Hanım! Ben her hafta böyle yolda bunlardan bir-iki tanesine rast geliyorum, aracın önüne birden çıkıveriyorlar. Frene basmasaydım az kalsın çarpacaktım bir keresinde . Kornaya basıp sellektör yapıyorum,  hiç kıpırdamıyor deli hayvan arabanın önünden. İnip ‘höşt, lan çekil yoldan’ da diyemiyorsun ki, ne yapacağı belli olmuyor deli hayvanın.
Talip Bey, bu konuşmasını yaparken vahşi ayıları gördüğü anları göğsünü kabarta kabarta söyleyerek bu konuda ne kadar deneyimli ve korkusuz bir insan olduğunu göstermek niyetinde gibi bir hali  vardı.
-ASLI: Talip amca, sen hiç hızını kesme. Yolumuza bakalım biz, zaten kar fırtınasından dolayı çok fazla geciktik. Önüne canavar çıksa dahi  hiç durma  sen. Bir an önce köye ulaşıp  kıza tedavi uygulamamız lazım, durumu bana kötü gözüktü. bu yolları herkesten en iyi sen biliyorsun, olabildiği kadar  hızlı gitmeye çalış ki zamanında ulaşabilelim.
Aslı, aslında Talip amcanın yeterince hızlı gittiğini çok iyi görüyordu; bu hızdan sonrası belki de kazaya bile sebep olabilirdi.  Bu durumu gördüğü halde bu cümleleri yüreğinden gelen bir istekle söylemesinin nedeni şuan kendisinden uzaklardaki yardım eli bekleyen ve ateşler içinde bulunduğundan dolayı sayıklamaya başlama derecesine ulaşmış ufacık bir kız çocuğunun yaşamınının tipi seviyesine ulaştığı bu ıssız yolda hızla gitmekte olan ambulansın içindeki koca yürekli  insanların elinde olmasıydı.
Korkunç  fırtına, vahşi doğasını koruyan vadinin ucundan gücünü toplamış bir şekilde hücum ederek paletlerin arasından tozu dumana katarak ıslık çalıyordu. İnsanın içine sıkışıp kaldığı büyük kentlerin beton, çelik, asfalt ve plastikten oluşma labiretinden uzakta, önce korku veren ama sonra hiçbir şeyin size yabancı olmadığını, ağaçların, dalların, belinize kadar çıkan kar yığınlarının size el uzattığı beyaz bir labirent. Çocukluk zamanlarında olsaydı belki de pencerelerden bakıp o mutlu saatlerin geldiğini anlar anlamaz dışarıda kar topu oynamaya çıkmaya ve yerlere yatıp üstünü başını kar tozlarına bulamaya hazır çocukların ruhuna şimdiyse bütün bunlar düşmanca birliktelermiş gibi geliyordu.

Avucunuzdaki Kelebek

(Yazma Atölyesi'nin 4.fanzininde yayınlanacak olan Avucunuzdaki Kelebek adını verdiğim yaratıcı yazma konulu bir çalışmam.)

AVUCUNUZDAKİ KELEBEK
Murat Demir
Otobanda hızla seyreden otomobillere çarparak savrulan vahşi rüzgâr sürüleri, otomobilin yanından süzülürken içerisindeki matem tutan bezgin ruhları hayret verici bakışlarla gözetliyordu. Efecan, iki eliyle tuttuğu tablet bilgisayarıyla oynadığı oyunun etkisi altında kalarak atlayıp zıplarken bir yandan da babasının ilham verici araba sürüşünü ara sıra seyre dalıyordu. Zihninde dolaşan asıl düşünceyse hafta sonu tatilini uçsuz bucaksız vadilerin çıkışı olmayan bir labirent görünümünde devam ettiği, çam ağaçlarının içerisinde kendisini kaybettiren ve adeta masal dünyasından çıkmış gibi duran dev bir şato görünümlü evde geçirecek olmanın verdiği mutluluktu. Her zamanki gibi yaşlı ve sevimli oluşunun yanı sıra daha çok bilge oluşuyla tanıdığı tonton yüzlü dedesi, ormanın artık bir parçası durumuna gelmiş durumda olan ferah ve güzel görünümlü bahçede çimleri biçerken onları karşılayacaktı.
                Arabanın içinden kurbağa gibi fırlayıp bahçenin önüne koştuktan sonra karşılaştığı manzara, arabada gelirken kurguladığı manzarayla birebir benzerlik gösteriyordu. Bilgecan dedenin ise torununun kendisine doğru sırtında çantasıyla birlikte “Bilgecan dedeeeee!” diye sevinç çığlıkları atarak koştuğunu görmesiyle elinde tuttuğu çim biçme makinesini susturması bir oldu. Arabanın evin önüne yanaşıp park ettiğini makinenin güçlü sesinden ve artık ağır işitmeye başlayan kulaklarından dolayı duyup fark edememişti.  Bilgecan Dede:” Oooo, Efecan torunuma bakın benim, ne kadar da büyümüş böyle! Koskocaman adam olmuş benim yakışıklı, zeki torunum”. Erdem Bey:” Bize çok eziyet veriyordu dedesi. Bizde yaramazlık yapınca annesiyle birlikte alıp sana getirelim de ona biraz kızsın diye düşündük”. Ece Hanım:” Ya Erdem! Efecan’ımın üstüne gitme.  O benim bir tanecik tatlı oğlum!”. Ece Hanım’ın Efecan’ı kanatları altına alarak ona şefkat ve güven duygularından ikisini de aynı anda aşılaması onun mükemmel annelik kabiliyetlerini ispatlar nitelikteydi. Bilgecan Dede: “Hadi içeri geçelim; ayakta beklemeyin. Ne kadar da çok eşyanız var. Temelli gelmiş gibisiniz”. Sadece iki günlük bir hafta sonu tatilinde kullanılmak üzere Efecan için annesi tarafından hazırlanarak ayrılan bagaj dolusu sırt çantaları, Erdem Bey’in üst kata merdivenlerden çıkarken güçlü yapısına rağmen terlemesine ve zorlanmasına neden olmuştu. Bu sırada Bilgecan Dede’den onların geçmesi için kapıları tuttuğu sırada şu sözler duyuldu: “Süpermen eğer Türk olsaydı muhtemelen ona kostümünü annesi giydirirdi!”.
                Ece Hanım:” Oğlum evin içerisinde koşturma! Camı çerçeveyi indireceksin”. Bilgecan Dede oturduğu konforlu koltuktan kızıyla konuşarak bir yandan da torunuyla top oynamasını sürdürüyordu:” Rahat bırakın benim bir tanecik akıllı torunumu bakayım. Gel yanıma otur sen de Efecan. Bu kadar oyun yeter, biraz dinlenelim bakalım” Ece Hanım akşam yemeği için masaya getirdiği tabakları özenle tertiplemeye çalışırken bir yandan da Efecan’ı masada bir şeylere çarpıp kırıp dökmesini engellemek için masanın yakınından uzak tutmaya sözlü ikazlarıyla çabalıyordu. Bilgecan Dede:” Efecan, senin çok akıllı bir çocuk olduğunu bildiğim için sana çok beğeneceğin bir hediye aldım”. Efecan:” Aaaa, gerçekten mi dedi? Hani, nerede peki? Ne aldın göstersene bakayım!”. Bilgecan Dede” Yukarıda koridorun sonundaki odada kutunun içerisinde. Al bakayım, bu da odanın anahtarı. Kapının kolu bozuk, içeriye toz girmesin diye de kilitli tutuyorum. Yalnız Efecan, çok oyalanma üst katta. Sonra yemeğin soğur, annen üzülür ona göre. Efecan:” Tamam Bilgecan Dede. Çok oyalanmam, hemen alıp gelirim”. Efecan’ın merdivenlerden çıkarak ortadan kaybolması içeridekilerin gözünü açıp kapatıncaya kadar geçen sürede gerçekleşmişti.
                Efecan, elindeki kale kapısı anahtarı büyüklüğünde, eski çağlara aitmiş gibi bir his uyandıran elindeki anahtar ile bir kâşif gibi koridorun başında beliriverdi. Yavaş adımlarla parmak uçlarında ilerleyerek koridorun sonundaki gizemli odanın kapısında bitiverdi. Anahtarı tam kapıya sokup çevireceği sırada yakınından birisinin net olarak duyamasa da konuştuğunu işitti: “Başımı çıkarırsan rahat rahat konuşabilirim seni küçük haylaz!”. Efecan arkasına dönüp etrafı didik didik etmeye başladı. Duyduğu seslerin aşağıdaki katta açık olan televizyondan geldiğini sanarak annesine uykusundan uyandığı zamanlardaki gibi seslenerek cevap almaya çalıştı. Hiçbir ses duyulmayınca önüne dönüp anahtarı yarım kalan noktadan çevirmeyi denedi fakat Efecan gördüklerine inanamıyordu! Anahtarın kolları, kafasını kapı kilidinin yuvasından homurtular çıkartarak kurtarmak üzereydi! Efecan hayal görüp görmediğini kontrol etmek için biraz daha eğilerek baktığı vakit iki küçük gözün kendisine sert sert baktığını anlayınca anahtarı hemen yere fırlattı. Anahtar: “Seni küçük sersem, canımı fena yaktın! Beni hemen yerden kaldır! Aşağısı çok soğuk”. Efecan bir an korkusuna yenik düşerek duyduğu emirleri dinleyip anahtara elini uzatıp tam yerden kaldıracağı sırada parmağında büyük bir acı hissederek elini geriye çekti. Anahtar, Efecan’ın mini minnacık olan işaret parmağında bakıldığında belli olan bir ısırık izinin oluşmasına neden olmuştu. Efecan: “Hey! Beni yerden kaldır diyen sendin. Parmağımı şimdi neden ısırıyorsun?”. Anahtar: “Sen de beni yere fırlatmasaydın o zaman. Şimdi her tarafım acıyor, gece nasıl uyuyacağım? Ödeştik!” Efecan: “Bir dakika, senin konuşamaman gerekirdi. Basit bir anahtarsın sadece, pille çalışan bir oyuncaklardan değilsin!” Anahtar: “Sadece basit bir anahtarmışım, hıh! Neden konuşamaz mışım peki bay çok bilmiş? Konuşuyorum işte, ne var! Hadi bunu açıklasana bakayım!” Efecan az önce olduğu gibi parmağının tekrar ısırılması tehlikesine karşılık bu sefer anahtarı tam gövdesinden yakalamayı deneyerek onu kontrol altına alıp konuşmayı denedi; fakat anahtar yerinde zıplayıp kaçarak Efecan’ın eline geçmek istemeye direniş gösterdi. Efecan: “Yakaladım işte seni. Benden niye kaçıyorsun? Sana zarar vermek gibi bir niyetim yok. Sadece dedemin bana aldığı hediyeyi odadan almak istiyorum, o kadar”. Anahtar gözlerini kısıp bilge moduna geçerek birazdan söyleyeceği müthiş cümleler için kendisini bu düşünme modunda bekletti. Anahtar:” Adın ne demiştin?”. Efecan:” Benim adım Efecan. Peki senin adın ne anahtar?”. Anahtar: “Benim adım da Zıpırdak. Ayrıca bana bir daha anahtar diye hitap etmezsen sevinirim. Ah, gözüme dikkat et!”. Zıpırdak’ın yine sinirlendiği yüz ifadesinden belli oluyordu. Efecan tekrar ısırılma korkusuyla hemen sözüne başladı:” Sevgili Zıpırdak, senden rica etsem bu kapıyı bana hemen açabilir misin? Kilidi bozuk olduğundan bir türlü açamıyorum”. Zıpırdak:” Hımmm, bunu bir düşünelim bakalım. Tamam, buldum! Eğer senden isteyeceğim bir şeyi başarabilirsen sana kapıyı açarım”. Efecan:” Benden yapmamı istediğin şey nedir Zıpırdak? Yapabileceğim bir şey mi?”. Zıpırdak:” Güzel soru seni zeki çocuk! Yaratıcıma giderek beni bir kelebeğe dönüştürecek olan iksiri ondan alacaksın. Artık sadece anahtar olup bir köşede unutulup beklemekten gerçekten sıkıldım!”. Efecan:” Peki senin yaratıcını nereden bulacağım? Onun evine giden yolu bilmiyorum ki? Ya kaybolup geç kalırsam, annem yemeğimi soğuttum için bana kızar!”. Zıpırdak:” Merak etme şimdi bunları. Anahtar gibi görünsem de sıradan bir anahtarım dediğimi hiç hatırlamıyorum. Eğer beni kapı kilidine soktuktan sonra gitmek istediğin yeri düşünüp kilidi çevirirsen ben de kapıyı gitmek istediğin odaya açabilirim.” Efecan:” Vaaavvv, bunu gerçekten yapabiliyor musun? Bunu bana daha önce niye söylemedin?”. Zıpırdak:” Hadi artık soru sormayı bırak. Yapacak çok işimiz var. Hem yemeğe geç kalıp anneni de kızdırmak istemezsin, öyle değil mi?”. Efecan:” Peki, tamam. Böyle mi yapıyoruz?”. Efecan, içinden bir an önce Zıpırdak’ı yapan ustanın evinde olmayı geçirerek anahtarı takıp çevirdikten sonra kilidi açtı. Kapıyı gıcırdatarak açtığı sırada karşısına çıkan ışık hüzmesine ilk başta parlaklığından dolayı elleriyle kapatarak bakamayacak olsa da korkusuzca hüzmeye doğru adımını atmaya başladı. Zıpırdak:” Hey, beni burada unutma sakın! Saatlerce kapı kilidine takılı durmaktan hiç hazzetmem.” Efecan Zıpırdak’ın bu uyarısını dikkate alıp onu da yanına alarak hüzmenin içine daldı.
                Efecan başlangıçta şaşkınlığını gizleyemeyecek gibi oldu; girdiği mekânda olan şeyler bir masal kitabından fırlayarak can bulmuş gibi duruyordu. Ellerine kahveler almış birbirleriyle sohbet eden guguklu saatler, kendi başlarına yürüyen ayakkabılar, yerleri tek başına temizleyen süpürgeler, sayfaları başkasına gerek bile olmadan yazan dolma kalemler… Zıpırdak Efecan’ın şaşırmış halini görerek hemen ona şunları söyledi: “Efecan, ne bekleyip duruyorsun, hadi gidelim buradan. Ev eşyalarını ilk defa mı görüyorsun? Daha fazla oyalanma artık!”. Efecan başını sallayıp onay işareti verdikten sonra Zıpırdak’ın gösterdiği yönden yürümeye başladı. Her an bir yerlerden korkunç canavarlar fırlayacakmış gibi etrafını dikkatlice kontrol ettikten sonra adımlarını öyle atan Efecan, yavaş yürüdüğü için Zıpırdak’tan ara sıra hiç de memnuniyet verici olmayan  homurtular işitmeye devam ediyordu. Koridorun sonuna doğru adımlarını atmayı sürdürürken Efecan ileriden çılgın bir şekilde ortalığa yayılan bağırış sesleri işitti. Zıpırdak, bu sesleri duyar duymaz Efecan’ın elinden fırlayıp cebinde saklanmaya başladı:” Benim burada olduğumu söyleme sakın!”. Efecan biraz sonra bir canavarla burun buruna geleceğini sanarak koridorun sonuna doğru geldiği vakit geniş bir salonun içerisinde ayakkabılarının adeta bir kuş gibi kanat çırpmasıyla havada süzülerek oradan oraya uçmaya çalışan yaşlı bir adamla karşılaştı.
“Hey, ufaklık! Sen burada ne arıyorsun? Buraya girmeyi nasıl başardın?”.
Efecan:” Eeee, şey. Merhaba efendim, benim adım Efecan. Bir konu hakkında sizden yardımınızı istemeye geldim. Aradığım şey sizde bulunuyor olabilir”.
Yaşlı adamın ayakkabıyla uçma denemesinin pek de başarılı olduğu söylenemezdi; çünkü yaşlı adam bir anda dengesini kaybederek yere doğru hiç de başarılı olmayan bir iniş gerçekleşti. Yaşlı adam, beton zeminden biraz soğuğu çektikten sonra üstünü başını silkeleyip doğrularak toparlandı ve Efecan’ı gözlerini kısarak baştan ayağa süzmeye başladı: “Benden ne yardımı isteyecekmişsin bakayım? Ailenin burada olduğundan haberi var mı bakayım?”.
Zıpırdak’ın gizli bir şekilde göz ucuyla kendisini izlediğini anlayan Profesör, sinirlerine hâkim olamayarak onu sıkıca yakalayıp Zıpırdak’a bağırmaya başladı: “Seni küçük serseri, buraya hangi yüzle gelebiliyorsun? Ben sana buralara bir daha adımını atamazsın dememiş miydim?”.
Zıpırdak korkusundan dilini yutmuş bir şekilde sadece Profesörden kendisini affetmesini isteyerek özür diliyordu. Profesör onu şiddetli bir şekilde yere fırlatarak ondan kurtulmak istedi. Efecan, kaçmaya çalışan Zıpırdak’ı yakalayıp eline alarak Profesöre yardım isteyeceği konu hakkında konuşmaya başladı: “Efendim, istediğim şeyi benim için yapar mısınız lütfen? Annemler beni yemeğe bekliyorlar. Odadan dedemin bana aldığı hediyeyi almak istiyorum ama Zıpırdak kendisini kelebeğe dönüştürecek olan iksiri eğer alırsam kapıyı açabileceğini söyledi. Lütfen!”. Yaşlı Profesör, çocuğun masumiyetine inanarak annesini daha fazla bekletmemesi için istediği iksiri vermeyi kabul etmiş gibi göründü. Profesör, Efecan’a kendisi takip etmesini söyleyerek laboratuvarına doğru yola koyuldu. Tavanı gözükmeyecek kadar yukarıya doğru uzanan raflardaki merdivene çıkarak bir süreliğine gözden kayboldu. Efecan karnının guruldadığını işiterek acıkmış olduğunu hissedebiliyordu. Bir süre sonra Profesör’ün aradığı şeyi bulmuş şekilde merdivenden aşağıya indiği görüldü. Profesör, elinde tuttuğu iksir dolu şişeyle Efecan’a doğru yönelerek şunları söyledi: “Şimdi sana bir soru soracağım evlat, eğer doğru cevabı bilirsen istediğin iksiri sana vereceğim. Anlaştık mı?”.  Efecan kafasını sallayarak Profesörün soracağı soruya hazır bir şekilde beklemeye başladı. Profesör:” Şimdi sana soracağım soruyla senin gerçekten herhangi bir şeyin bütününü görüp göremeyeceğini ölçeceğim. Jennifer’ın babasının beş kızı vardır: Lala, Lulu, Lele, Lili. Peki beşinci kızın adı nedir?”.
Zıpırdak Efecan’a sesini duyurmak için yerinde duramayarak bas bas bağırıyordu: “Efecan, İngilizce’de ‘ö’ harfi yok. Cevap Lolo olacak, hemen bunu ona söyle”.
Efecan’ın süresinin dolmasına epey bir zaman olduğu halde doğru cevabı bulmuş olacak ki birden onun gözlerinde bir ışık parladığı görüldü.
Efecan: “Bunda bilemeyecek ne var efendim! Jennifer’ın babasının kızlarından dört tanesinin isimlerini zaten saydınız. Geriye tek bir isim kalıyor. O da Jennifer! Baştan beri cevap oydu”.
                Yorucu bir günün ardından Zıpırdak, verdiği sözü tutarak kapıyı açtı. Efecan da Zıpırdak’ın isteğini gerçekleştirerek üzerine iksiri boşaltıp Zıpırdak’ın bir kelebeğe dönüşmesini seyretti. Zıpırdak, kanatları açılıp uçmaya başladıktan sonra mutluluktan bayılırcasına Efecan’ın eline kondu ve şunları söyledi: “Teşekkür ederim ufaklık. Buraya kadar gelebileceğimizi gerçekten tahmin bile edememiştim. Dedene kapı için başka bir anahtar yatırmasını söylemeyi unutma sakın. Görüşürüz. Yihu!”. Efecan odanın içerisine girerek Bilgecan dedesinin kendisine almış olduğu hediyeyi buldu. Kutuyu tam açacağı sırada her taraf kapkaranlık oldu. Efecan arabanın koltuğunda annesinin telkinleriyle birden uyanıverdi: “Efecan, uyan artık oğlum! Dedenlere geldik. Bak bahçenin önünden durmuş sana el sallıyor!”.

Sürekli yerimizde mi oturacağız?



Eline flüt almış ama çalmasını yeni öğrenen bir çocuğun çıkardığı seslerdi Uludağ'da zirveye doğru yürürken duyduklarımız. Güzel bir deneyim oldu. Başlangıçta bırakmak isteyeceğiniz ama sonrasında keyifli hale gelen ve yediğiniz soğuğu unuttuğunuz zamanlar mutlaka oluyor. Ki ben de bunu eğitim bitip geldiğimiz yere doğru yürürken hissetmiştim. 
Size tavsiyem işinize bir ara verin ve doğanın içine kendinizi atın. Çünkü sürekli yerinizde oturup şehrin pis havasını içinize çekmek, üstüne üstün canınızı sıkan insanlarla muhatap olmak ruhunuzu bunaltmak için oldukça yeterli şeyler. Siz en iyisi benim dediğimi yapın. Bu hayata bir defa geliyoruz.